Boyner Ailesinin En Genç Üyesi Emine Boyner Kürşat’In Sanat Pratiğine Doğanın Tüm Üyelerine Duyduğu Sevgi Yön Veriyor. Şimdi Onun Ayvalık’Taki Holistik Yaşam Tarzını Daha Yakından Tanıyoruz.
MİNE BOYNER KÜRŞAT bir süredir hayatına Ayvalık’ta devam eden çok yönlü bir sanatçı. Zeytinlikler, Atölye Patika’yı kurduğu Cunda Adası’ndaki Rum evi, o Rum evinin avlusunu mini bir bahçeye dönüştürmesi, orada yetiştirdiği şifalı bitkileri ve doğadaki tüm canlılara duyduğu sevgi…
Kısacası bu yeni hayatının içinde kendisini sarmalayan her şey ona ilham kaynağı olabiliyor. Emine’nin sanat ve zanaatın sınırlarını flulaştıran huzurlu dünyasına konuk olmak için sabırsızlanıyoruz.
Sanat eğitimine üniversiteden önce başlıyorsunuz. Bu alana yönelmeye nasıl karar verdiniz, biraz bahseder misiniz?
Çocukluğumdan beri sanata çok yatkındım. Resim, yaptığım bir şeyden öte; artık var olma şeklim gibiydi. Elim durmazdı pek; muhakkak ya resim yapardım ya da bulduğum taş, kabuk ve tohumlardan kendimce bir şeyler çıkartırdım ortaya. Sanat benim için var olan diğer ilgi alanlarımın, kaygılarımın; sevdiğim-sevmediğim, olduğum her şeyin ortaya çıkma hali gibiydi. Tüm bunları ayrı görmüyordum ve sanatı diğer dallardan ayrıştırmayan daha bütüncül bir eğitim sisteminde okumak istiyordum. Gittiğim okul, Bennington College da tam olarak hayalini kurduğum anlayıştaydı. Ana dalım güzel sanatlarda resimdi. Zaman zaman heykel ve seramik dersleri aldım. Bunun yanı sıra Ortadoğu politikası ve edebiyat dersleri de alıyordum. Dolayısıyla sanat çalışmalarım biraz sosyal içerikte ilerliyordu. Resimlerim de zamanla daha çok yerleştirme, fotoğraf ve üç boyutlu karma çalışmalara dönüştü.
Şu an Ayvalık’ta yaşıyorsunuz ve doğayla iç içe bir hayatınız var. Bu durumun sanat anlayışına ne tür yansımaları oluyor?
Aslında Ayvalık’ta doğayla olmak istediğim oranda iç içe değilim. Ama kendime bu iç içeliği yaşayacak alanlar oluşturma gayretindeyim. Yabani bitkilere ve bitkisel tedavilere karşı çok ilgiliyim. Yeni atölyeme yerleşirken eşim Ali, “Umarım ufak bir toprak alanın olur, yoksa sen dayanamazsın,” demişti. Şansıma minik bir avlu çıktı atölyede. Tabii hemen tıbbi bitkilerimi, minik bostanıma mısırımı, domatesimi ektim. Sanat çalışmalarımı doğa çok yakından etkiliyor. Yaşam şeklimi de doğaya saygılı olmak adına daha da titizlikle düzenledim. Bu işlerime de yansıyor elbette. Şu an sanatın çok farklı dallarıyla aynı anda uğraşıyorum. Yakın zamana kadar yaptıklarımı ‘sanat’ ve ‘zanaat’ olarak keskin bir çizgiyle ayırıyordum. O ayrımı ortadan kaldırınca ilgilendiğim farklı dallar birbiriyle çok doğal bir şekilde harmanlanmaya başladı. Seramikten yaptığım çanak çömleğin ardında kalan farklı renkte çamurlar resimlerime boya oldu, attığım çöpün gittiği yerlere merakım Ayvalık çöplüğünde gerçekleştirdiğim bir fotoğraf projesine vesile oldu. Bunun yanı sıra sabun yapıyorum ve reçetelerini sanat çalışmalarıma duyduğum heyecanla oluşturuyorum. Bitkiler ve toprak yaptığım her işin bir parçası halinde. Eskiden birbirini baskıladığını sandığım çalışma alanlarım birbirini beslemeye başladı. Bu beni heyecanlandırıyor ve doğru ‘patika’da olduğum hissini veriyor.
Patikadan bahsetmişken, Atölye Patika’nın misyonunu ve gündemde olan projelerini biraz anlatır mısınız?
Atölye Patika’nın ismi dağlara, dağlardaki patikalara olan sevgimden geliyor. Bu atölyeyi patikalar gibi kıvrımlı, insanı başka başka yerlere götüren yollara benzetiyorum. Sabit bir yerde durmuyor, sürekli gelişiyor, eviriliyor. Hem bir sanat-sergi alanı, atölye, sabunhane; hem de ufak bir dükkan. Zaman zaman sürdürülebilirlik, kendi kendine yetme ve sanat/zanaat alanlarında atölyeler düzenliyoruz. Atölyeler daha uygulamalı, toprakla iç içe olsun istiyorum. Şu an bunun bir kasaba veya şehir içerisinde de mümkün olabildiğini kanıtlayan güzel bir alandayız. Bu Rum evinin dili olsa da konuşsa! Burayı çok seviyorum; bizi çok güzel ağırlayan, sıcacık sarmalayan bir ev.
Sanat gündemini ne kadar takip ediyorsunuz?
Çok iyi takip ettiğim söylenemez. Burada kitaplar ve internet üzerinden izlediğim bir takım sanat platformları var. Üniversite zamanımda kısa süreliğine staj yaptığım Tütün Deposu, İstanbul’da sanatın bana en çok hitap eden biçimde var olduğu yerlerden biri. Elimden geldiğince buradaki sergileri takip etmeye çalışıyorum. Zaman zaman İstanbul’a gelişlerim kısa ve sevdiklerimi görüp Ayvalık’a geri kaçmaktan ibaret oluyor. Seyahat etme fırsatlarını genelde başka yerlerde değerlendirdiğimden İstanbul’a pek zaman kalmıyor. Yine de benim için evdir İstanbul. Hızla değişen şehrin hiç değişmeyen yerlerine gitmek rahatlatıyor beni. Eminönü, Tahtakale mutlaka gittiğim, gidip de kendime kaybolma şansı verdiğim yerler.
Seyahat ettiğinizde nerelere gidiyorsun?
Yeni yerler keşfetmeyi çok seviyorum. Ama bir yeri sevdim mi de kolay vazgeçemem. Karadeniz, Pokut Yaylası’nda çok sevdiğimiz, ailemiz gibi gördüğümüz dostlarımızın Plato’da Mola adında ev-pansiyonları her sene kaçmaya çalıştığımız masal gibi bir dünya. Ev, güzel insanlarıyla her daim şen şakrak. Dağlar beş dakikada bir farklı manzarayla karşınızda heybetle duruyor. Patikalar yemyeşil ve her kıvrımında taze akan sular karşılıyor insanı. Topraktan bereket fışkırıyor. Her gittiğimde içimden ‘gerçek dünya bu aslında’ diyorum. Tüm olumsuzlukların tamamen insan eliyle üretilmiş bir sunilikten ibaret olduğunu anlıyorum. Böyle yerler bana daha güzel bir dünyaya dair ümit veriyor. Güney Amerika’yı da çok seviyorum. Genelde tüm seyahatlerim trekking ve doğa odaklı oluyor.
Modaya bakışınız nasıl peki?
Genelde neyin moda olup olmadığından pek haberdar olmuyorum. Kıyafetlerde de sanırım görsellik ve doku etkiliyor seçimlerimi. Özel bir tarzım yok herhalde. Sadece beğendiğim şeyleri seçiyorum. Belki bunun yarattığı bir tutarlılık ve dışarı yansıyan bir ‘tarz’ vardır. Ablam Ayşe’nin Boyner Fresh seçkisini çok seviyorum mesela. Desenler hoşuma gidiyor. Sade bile olsa düz, desensiz bir şey giydiğim nadirdir. Günlük rutinime göre de seçtiğim kıyafetler değişir. Yazın atölyeye bisikletle geliyorum. Dolayısıyla bir bakıyorum, devamlı spor kıyafet ve önlükle geziniyorum. Sonbahar, kış ve ilkbahardaysa zeytinlikler arasına, dağlara tepelere kaçtığımda biraz daha outdoor kıyafetlere yöneliyorum. Şehre gittiğimde haliyle ilk günlerde bir adaptasyon sorunu yaşayabiliyorum. Sanırım ne giyersem giyeyim, içimdeki romantik dışıma vuruyor. Kalın kazaklar, uçuşan elbiseler, uzun mantotolar severim oldum olası.
Kimlerden ilham alıyorsunuz? Kimleri okuyorsunuz? Neler izlemeyi seversiniz?
Nalan Yırtmaç’ın kentsel dönüşümü yansıtan ebrularını çok seviyorum. Canan’ın kadın kimliği ve gündelik hayatta dilimize yansıyan cinsiyetçiliği (bana göre hafif kara mizahi yanı var) ele alan resimleri beni çok etkiliyor. Neriman Polat, lise yıllarımdan beri yanında ders aldığım ve işlerinden oldum olası etkilendiğim bir sanatçı. Yanı sıra Tracey Emin’in ‘One Thousand Drawings’ kitabını çok seviyorum. Doğa ile sanatı birleştiren eko-sanatçı Andy Goldsworthy’nin işleri doğadan bağımsız olmadığımızı hatırlatıyor bana. Mierle Laderman Ukeles de gündelik hayatın içindeki sıradan eylemlere değinen yine çok sevdiğim bir sanatçı. Son zamanlarda doğa aşkını sanatıyla birleştiren sanatçılarla ilgili okumalar yapıyorum. Mesela, bir mahallenin sakinlerinin beslenebileceği yenilebilir bahçe yapan Nicole Fournier sanat-doğa çalışmalarıyla bana çok iyi bir örnek oluyor. Son zamanlarda daha ziyade belgeseller de izliyorum. Dünyanın gidişatı, ekolojik kriz, gıda sistemi gibi konulara kafa yoruyorum ve bu durumun içerisinde kendi rolümü keşfetme gayretindeyim. İzlediğim filmler, okuduğum kitaplar da genelde bu alanlara kayıyor. Linda Weintraub’un To Life: Eco Art in Pursuit of a Sustainable Planet, ekolojik krizin eşiğinde, sanatın yerini farklı sanatçıların işleri üzerinden ele alıyor.
Çevrenizde sizin gibi çok göç eden var mı?
Sizin gözleminize göre bu hareket daha da artacak mı? Evet, Ayvalık’taki yaşamamı romantize eden, bunu müthiş bir şans olarak gören çok insan var etrafımda. Hakikaten müthiş bir şans! Fakat dikkatimi çeken şu ki, çoğu zaman insanlar bu tip yerlerde yaşamanın tatille bir olduğunu sanıyor. Kışın ‘Keşke ben de burada yaşasam’ diyenlerin çoğu birden bire yok oluyor. O sessizlik, dinginlik, kendi kendine kalmak herkese pek de hitap etmiyor. Şehrin temposundan bunalanlara bile! Derler ya, uzaktaki çimen hep daha yeşildir. Bence hayaller bulunduğun her yerde ufak ufak pratik edilebilir. Şehirde de ufak bir bostan, bir iki saksı bitki yetiştirmek mümkün. Bir hayalin varsa ve imkânlar bunun tamamını gerçekleştirmeye el vermiyorsa, ufak adımlarla yaklaşılabilir esas hayale. Kendi hayallerime giden yolda bunu deniyorum. Benim için adaptasyon zor olmadı. Cunda çocukluğumdan beri ailemle vakit geçirdiğim bir yerdi. Sevdiklerimi özlüyorum, en zoru bu herhalde. Ama İstanbul’da buluşmak yerine onları buraya kaçırabildiğimde çok daha dolu, derin muhabbetli, keyifli zaman geçiriyoruz.
Yakın dönemde bir serginiz olacak mı?
Atölye dışında bir sergi ihtimali henüz gündemde değil. Sanat çalışmalarımı daha görünür kılmak konusunda gelişmeyi ümit ediyorum.