Paralimpik okçuluk alanında Dünya ve Avrupa Şampiyonu olan Türkiyeʼnin ilk tekerlekli sandalyeli televizyon sunucusu Yiğit Caner Aydın, hedefine kilitlenen başarılı bir sporcu olmasının yanında her gerilmenin içindeki potansiyeli, her sınavın içindeki fırsatı görebilen güçlü bir vizyoner.
Attığı her ok ile sadece bir hedefi değil tutkularını da tam on ikiden vuran, güçlü azmiyle karşına çıkan engelleri aşarak kendi hikayesini yazan ve başarılarıyla başkalarına da ilham olan Yiğit Caner Aydın, sabrı, disiplini ve inancı da temsil ediyor. Aydın, Avrupa ve Dünya Şampiyonu bir okçu ve Türkiye’nin ilk tekerlekli sandalyeli televizyon sunucusu olmasının yanında sadece sporun değil, iradenin ve dönüşümün de bir simgesi olmuş. Her yeni günde bir umut olduğunu, en kötü anda bile gülümseyebilmenin önemine vurgu yapan Yiğit Caner Aydın ile spordaki başarıları, karşısına çıkan engelleri aşarak kendi hikayesini yazma hikayesini ve başkalarına ilham olmaya adadığı hayatındaki felsefesinin vizyonu üzerine bilgiler paylaştı.

Bize kendinizden bahseder misiniz?
Ben Yiğit Caner Aydın, 1992 yılında Trabzon’da dünyaya geldim. Üç yaşımdan itibaren de İstanbul’da büyüdüm. Küçük yaşlarda başlayan bilgisayar ve teknoloji merakım var; ortaokul-lise döneminde yazılım öğrenip projeler geliştirdim. 2010 yılında İstanbul Üniversitesi Astronomi ve Uzay Bilimleri bölümünü kazandım ve okulun bilgisayar laboratuvarında çalışmaya başladım. Hayalim teknoloji alanında kendi şirketimi kurmaktı. Ancak 2013’te henüz 21 yaşındayken hayatımı kökten değiştiren talihsiz bir kaza geçirdim. Bir arkadaşımı üniversitesinde ziyaret ettiğim gün, bahçede otururken başıma devrilen ağır bir stant, boyun omurumu kırdı. Omurilik felci geçirdim; ellerimin ve göğsümün altından itibaren vücudumun kontrolünü kaybettim. Doktorlar ameliyata girmeden önce yaşam şansımın sadece yüzde 20 olduğunu ve tekerlekli sandalyede oturabilmemin bile mucize sayılacağını söylemişler. Çok şükür hayatta kaldım ve altı gün yoğun bakım, sekiz ay hastane sürecinden sonra, tekerlekli sandalyeyle hayata yeniden merhaba dedim. O andan itibaren, bitiş çizgisi sandığım noktayı başlangıç çizgim haline getirdim. Şu an Dünya ve Avrupa Şampiyonu bir paralimpik okçuyum ve aynı zamanda Türkiye’nin ilk tekerlekli sandalyeli televizyon sunucusuyum. Hayatımı, karşıma çıkan engelleri aşarak kendi hikayemi yazmaya ve başkalarına ilham olmaya adadım.
Üniversite yıllarınızda Astronomi ve Uzay Bilimleri alanını tercih ettiniz. Bu alanı seçmenizde sizi etkileyen neydi? Bu ilginiz, hayatınızın ilerleyen dönemlerinde sizi nasıl besledi ya da dönüştürdü?
Küçüklüğümden beri bilimle ve özellikle teknolojiyle iç içe bir merakım vardı. Astronomi ve Uzay Bilimleri bölümü beni evrenin bilinmezliklerini keşfetme fikriyle cezbetti. Üniversitede bu bölümü seçmemde, uzaya ve bilime duyduğum hayranlık kadar, teknolojik becerilerim de etkili oldu. Öğrencilik yıllarımda bir yandan okulun bilgisayar laboratuvarında çalışıyor, yazılım projeleri yapıyordum. Kodlama öğrenmek, problem çözme yeteneğimi çok geliştirdi; hayatta karşılaştığım sorunlara analitik yaklaşmayı öğretti. Astronomi okumak ise bana büyük resmi görme, sabırla araştırma yapma alışkanlığı kazandırdı. İleride yaşadığım zorlu süreçte de bu bilimsel merak ve disiplin çok işime yaradı. Omurilik felci olduktan sonra dahi, “Önce zihninde çöz.” diyerek sorunlara yaklaştım. Astronomi alanındaki eğitimim, pes etmemeyi ve her karanlık gecenin sonunda bir güneş doğacağını bana öğretti. Bu sayede spor hayatımda da engeller karşısında yılmayıp hedefe kilitlenebildim.
2013 yılında yaşadığınız kaza hayatınızı kökten değiştirmiş, kazadan sonra fiziksel ve zihinsel olarak en büyük mücadeleleriniz neydi? Kazadan önceki ve sonraki Yiğit Caner Aydın arasındaki en büyük fark nedir?
2013’teki kaza, bir anda yaşamımı altüst etti. Fiziksel olarak en büyük mücadelem, yeniden bağımsız bir hayat sürebilmek içindi. Vücudumun büyük kısmı felç olmuştu; ilk başta tekerlekli sandalyede oturabilmek için bile dört kişinin yardımı gerekiyordu. Aylarca süren yoğun fizik tedaviyle ufak adımlarla ilerledim. Örneğin, sol el işaret parmağımı az da olsa oynatabildiğim günü hiç unutmuyorum – o küçücük hareket bana dünyaları verdi, ‘belki bir şeyler geri gelecek’ diye umutlandım. Zihinsel olarak ise hayatta kalmak ve umudumu korumak en büyük sınavımdı. Yoğun bakımda tavana bakarak geçirdiğim günlerde kendi kendime tek bir soru sordum: “Bu yaşadıklarımdan sonra insanlar beni gördüğünde bana acıyıp haline şükür mü edecek, yoksa verdiğim mücadeleyle ilham mı alacaklar?” Ben ilham veren tarafta olmayı seçtim. Bu bakış açısı, beni psikolojik olarak çok güçlendirdi.
Okçuluk sporuyla tanışmanız nasıl gerçekleşti? İlk ok atışınızı hatırlıyor musunuz? O an neler hissettiniz?
Kazanın ardından uzun süre fizik tedavi gördükten sonra spora başlama fikri 2016 yılı başında gündeme geldi. Babamın iş yerinde tanıştığı milli okçu Naci Yenier, okçuluğun bana uygun olabileceğini söylemiş. Bunun üzerine onun antrenmanlarını izlemeye gittim. 50 metreden attığı okları hedefin tam ortasına gönderiyordu; uzaktan bakınca “Okçuluk galiba çok kolay, ben yapsam birkaç aya hepsini 10’dan vururum.” diye içimden geçirdim. İlk buluşmamızda yayı elime almak istedim. Naci ağabey “Tabiî al, ama düşürme.” diye espri yaptı. Ben de o heyecanla yayı kaptığım gibi neredeyse hem yayı hem kendimi sandalyeden düşürüyordum. O an anladım ki bu iş göründüğü kadar kolay değil. Ancak zor olması beni aksine hırslandırdı. Kendime “Bunu önce zihninde çöz.” diyerek bir söz verdim:
“Bu spor tam bana göre, ne kadar zor olursa olsun peşinden gideceğim. Bir gün ben de hedefe ok atacağım ve bir kez bile olsa hepsini sarıya toplayacağım!” İlk ok atışımı asla unutmuyorum.