Samimiyete Bayılıyor, Ankara’dan ve Arkadaşlarından Vazgeçemiyor. Filmlerde Kılıktan Kılığa Girerken Özel Hayatında Kendisi Gibi Kalmak İstiyor. Fatih Artman.
Mahalleden arkadaşım. Yani gerçekte öyle değil ama öyle hissetmemem için hiçbir neden yok. Kendinizi bir yabancının yanında gibi hissetmediğiniz adamlar vardır ya, Fatih onlardan biri. Âdeta mahallenin komik çocuğu; anneler ona “Çocuğum elimdeki poşeti yukarı çıkarır mısın?” derken hiç tereddüt etmez, kızlar ilgi gösterir; erkek çocukları maçta onun takımına geçmek ister sanki.
Stüdyoda hem o gergin hem de moda editörümüz; çünkü Fatih’in ilk solo çekimi, eli ayağı karışmış durumda; moda editörü ise 1,93 cm boyunda birini giydiriyor ve pantolon kısa kalacak diye kaygı duyuyor. Neyse ki korkulan olmuyor, Fatih, “Ne yapacağımı siz söyleyin,” endişeli cümlelerinden sonra deri ceketi giydiğinde kendine gelip rahat poz vermeye başlıyor, bir ara beyaz tişörtle kaldığında “Merhaba Brando,” diyorum, gülümsüyor. Moda editörü ise rahatlamış, çünkü ne getirdiyse hepsi bu 126 kiloyken 88’e düşen ve obur ‘Harun’dan şık ‘Yüzbaşı Yakup’a dönüşen oyuncuya oldu. Fatih çekim bitiminde herkese teşekkür edip gönüllerini aldıktan sonra röportaj için onun çok sevdiği Gina’ya gidiyoruz.
Şu sıralar ‘Vatanım Sensin’de kılıktan kılığa giren ‘Yüzbaşı Yakup’u oynayan Fatih’in boş vaktini yakalamak pek kolay olmadı. Çünkü haftada yalnız bir ya da iki gün tatili var. O günlerini de dinlenerek, hatta dinlenmekten sıkılarak geçiriyor. ‘Behzat Ç.’den itibaren hep böyle olmuş: “‘Behzat Ç.’, yorucu bir setti; ama belki gençliğin de verdiği enerjiyle daha çok dışarı çıkıyordum. Şimdi psikolojik olarak çok yoruluyormuşum da, evde de dinlenmem lazımmış modu oluyor.”
Bu evde oturma durumuyla epey alay edeceğiz sonradan. Üşendiği için spor yapmayan,
işlerini erteleyen bu adamın ilişkilerinde de duyduğu en büyük şikâyet bu çünkü: Hep evde oturması! Ankaralı Fatih’in ilginç bir başlangıç öyküsü var. Hep yaver giden şansı o gün dedevredeydi ve dişçiye giderken keşfedildi. Konservatuarın üçüncü sınıfındaydı; okulu bitirince aklına tiyatroyu, ABD’ye gidip dil öğrenmeyi koymuştu. Ama hayatın kendiplanları vardır: O gün arkadaşı Engin Öztürk, Serdar Akar’ı görmeye gidiyordu, o da dolgu yaptıracaktı, bir süre arkadaşına eşlik edip sonra dişçiye gitti. O günü şöyle anlatıyor: “Yönetmen Serdar Akar bana baktı, ben de ona baktım. Sonra gittim. Dişçide ağzım açık, baktım Engin arıyor. ‘Serdar Hoca seni çağırıyor,’ dedi. Gittim konuştuk. Sonra ben İzmir’e, ablamın yanına gittim. Çok mutlu bir anımda beni arayıp ‘Ankara’da seçmelere gelebilir misiniz?’ dediler, ‘Gelemem, tatildeyim,’ dedim; düşünsene.”