Senfonik müzik, sahne müziği, caz müziği, film müziği alanlarında çalışmalar yapan Sabri Tuluğ Tırpan ile müzik aşkını ve müziği ile yaratmak istediği hisleri konuştuk.
Müzik öğrenimine erken yaşlarda piyano, müzik teorisi, caz armonisi alanlarında özel ders alarak başlayan, Hearts, Alice, 1923 gibi ses getiren müzikallere hazırladığı besteleri ile adından söz ettiren ünlü müzisyen Sabri Tuluğ Tırpan, beste yaparken edebiyattan etkilendiğini söylüyor.
Müzik sektöründe tanınan çok ünlü bir bestecisiniz. Müzik yolculuğunuz nasıl başladı? Öykünüzü sizden dinleyebilir miyiz?
5-6 yaşlarındayken, babam bana piyano çalmak isteyip istemediğimi sordu. Piyanoyla henüz tanışmamıştım, tam anlamıyla ne olduğunu bilmiyordum, ama babam söylediğine göre iyi bir şey olduğunu düşündüm. Sonrasında piyano alındı ve hocalar bulundu; böylece kendimi müziğin içinde buldum.
Müzik sizin için ne ifade ediyor? Beste yaparken nelerden ilham alırsınız?
Edebiyat benim için büyük bir ilham kaynağı. Mümkün olduğunca çok kitap okumaya gayret ediyorum. Günlük olaylardan, sıradan hadiselerden çok etkileniyorum. Kocaman duyguların yerine, birçok insanın belki de dikkatini çekmeyecek küçük buluşmalar, konuşmalar ve karşılaşmalar, yeri geldiğinde bana müzik olarak bana geri dönüyor.
Cumhuriyet’in 100. yılında 1923 müzikali seyircisiyle buluştu. Müzikalin tüm besteleri size ait. 1923 nasıl ortaya çıktı?
1923, yaklaşık iki senelik bir çalışma sürecinin ardından ortaya çıktı. Zaten Cumhuriyet’in 100. yılıyla ilgili birçok eser yazılacağını düşünüyordum. Ancak, ben neresinden tutarım, nasıl bir eserle katkı sağlarım, kafamda tam netleşmemişti. Dolayısıyla, Zorlu Şirketler Grubu, böyle bir rüyaları olduğunu bize söylediklerinde, ekip olarak hepimiz çok heyecanlandık. Ekibimiz, üç kişilik bir yazar ekibi, koreografi Beyhan Murphy, yönetmen Mehmet Ergen ve Lerzan Pamir, uzunca bir süre böyle hassas bir süreci en doğru şekilde nasıl izleyiciye yansıtırız diye birlikte çalıştık. Hikaye netleşmeye başladıktan sonra, açıkçası müzikler kendiliğinden geldi.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş hikayesini anlatan bir projenin bestelerini yapmak nasıl bir his?
Her şeyden önce, çok büyük bir sorumluluk. İster istemez, acaba hepimiz için tüm Türkiye’yi kapsayan böylesine bir öyküyü notlarla doğru yansıtabiliyor muyum kaygısı her zaman oluyor. Fakat bir müddet sonra artık bu kaygıdan sıyrılıp, ‘Benim yaptığımda bu’ diyerek kendi kendinizle baş başa kalabilmelisiniz; aksi takdirde eseri bitirememe tehlikeniz bile var. O yüzden uzunca bir müddet üstüne düşündükten sonra, özellikle gençlerin böyle bir öyküyü nasıl daha çekici bulabileceğini düşünerek müzikleri tasarlamak durumunda hissettim. Tabii ki, kadim enstrümanlarımızın tınılarından faydalandım. İster istemez, bu tınılar hem bizi dönemsel olarak hem de hikayenin içine bir seyahate çıkartıyorlar. Ortaya çıkan işten oldukça memnunum.
Müzikalin sizde yarattığı duygu neydi?
Hem çok gurur duydum hem de ister istemez insanın bu topraklarda bu kadar büyük bir mücadele sonrasında bize bırakılan bu mirası hak ettiği şekilde taşıyabiliyor muyuz acaba, bir şeyler daha iyi olabilir miydi diye insan kendi kendine soruyor. Bir yandan çok büyük bir gurur, öte yandan da bir kaygı taşıyor insan.
Aldığınız ilk tepkiler sonrası neler hissettiniz?
Bir eserin ilk defa izleyiciyle buluşması bence çok kutsaldır. Her iki taraf da ne olacağını bilmiyor ve karanlık bir suya atıyorsunuz kendinizi. Eser başladıktan sonra seyirciden gelen tepkileri gördükçe hem sahnedeki oyuncu arkadaşların hem de biz orkestrada çalanların ister istemez cesareti ve şevki arttı ve eserin sonlarına doğru yükselen alkışlarla bir nevi tek yumruk olduk. Hepimiz aynı şeyi hissettik. Çok mutlu olduk.
1923 müzikalini izleyenlere nasıl bir duygu aktarmak istediniz?
1923 müzikalini izleyenlere yani bu eseri yazmaktaki amacımız, aslında günümüz ilkokul, ortaokul, lise öğrencilerinin belki de onlar için eski de kalmış bir masal olan böyle bir epik öyküyü tekrardan bir gözden geçirmelerini sağlamak ve onlara bir motivasyon yaratmaktı. Sanırım bu hedefe de ulaştık. Eserden çıkan genç arkadaşlarla konuştuğumda, hayatlarının içine bu öyküyü daha çok alacaklarını ve ancak geçmişlerinin nasıl olduğunu daha iyi bilirlerse, geleceklerini daha iyi kurgulayabileceklerini anlatan geri dönüşler aldım. Bu da bize, hedefimize ulaştığımızı gösteriyor.
Geçtiğimiz yıla damgasını vuran, oldukça teknolojik bir sahneye sahip olan Alice, çıktığı ilk andan itibaren kapalı gişe oynadı. Bu yoğun ilgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Eseri yazan, yöneten ve oynayan, yani bu işe aylarca emeğini vermiş insanlar için çok mutluluk verici. Daha da önemlisi, belki de çok uzun zamandan beri bu kadar büyük geri dönüşü olan, bu kadar büyük etki yaratan bir eser Türkiye sahnelerinde çok görülmemiştir; daha doğrusu en fazla bir kere, iki kere sahnelenip sonra tarihe karışmıştı. Benim için Alice’in en güzel yanı, oyunun oynandığı süreç içerisinde sürekli gelişim göstermesi ve ne mutlu ki uzun yıllar seyirciyle buluşması oldu. Umarım oyun tekrar sahneye konur ve bu coşkuyu bize tekrar yaşatır.
Müzikalin güncel bestelerini nasıl yorumladınız? Güncellediğiniz parçalar hakkında bize bilgi verir misiniz? Bu şarkıları seçmekteki amacınız neydi?
“Sahnede hikayesi olan bir eser için müzik yazarken, ilk olarak tabii ki önceliklendirmeniz gereken hikayeyi destekliyor olmasıdır. Doğal olarak, bu noktada Serdar Biliş ile omuz omuza yürüdük. Ben projeye dahil olduğumda Serdar’ın kafasında her şey çok daha netti. Dolayısıyla, bana çok iyi bir brief verdi. Böyle iyi bir briefi aldığınızda, isteneni çok rahat bir şekilde kavrayıp karşılık verebiliyorsunuz. ‘Alice’ın genelinde kullandığım tınılar, günümüz popüler müziğinin tınıları oldu.”
Müzikallerden bahsettik ama siz aynı zamanda caz müziği ile de ilgileniyorsunuz. Bu alanda yaptığınız çalışmalar hakkında neler söylersiniz?
Açıkçası, caz müziğine dair deneyimlerim, Viyana Devlet Akademisi’nde konser piyanistliği, oda müziği, bestecilik ve koro şefliği eğitimi almama kadar uzanır. Caz müziğini ise, o dönemde birlikte çalıştığım birçok müzisyenle oto-didaktik olarak öğrendim. Doğaçlama yapmayı her zaman sevmişimdir. Caz müziği, bana böyle bir imkan sağlaması açısından oldukça çekiciydi ve Caz müziği ile olan bu birliktelik hiç sona ermedi. Doğal olarak, yıllar içinde bu alanda eserler vermeye çalıştım. Yaklaşık 10 senedir dünya çapında ünlü Hintli perküsyoncu Trilok Gurtu ile devam eden bir birlikteliğimiz var. Güney Amerika’dan Avrupa’nın hemen hemen tüm önemli festivallerine kadar birlikte çaldık ve iki önemli albüm kaydettik: ‘Spellbound’ ve ‘The God is a Drummer’. Trilok’la olan çalışmalarım devam ediyor. Bu arada, Volkan Öktem, Eylem Pelit, Hamdi Akatay ve Cenk Erdoğan ile bir araya geldiğimiz ‘Almagest’ adlı projemizle, kadim renklerimizi caz tınılarıyla sahneye taşıyoruz.
Yeni bir projeniz var mı? Bizimle paylaşmak ister misiniz?
Yeni bir albüm çalışması içerisindeydik. Bu çalışma, Serkan Çağrı, Mehmet Akatay ve Mehmet Özen ile birlikte bir quartet. Homeland Collective adı altında 7 parça kaydettiğimiz bir proje. Tam da bu röportajın yapıldığı sıralarda albüm kayıtları tamamlandı. Muhtemelen önümüzdeki hafta albümü New York’a mix için göndereceğiz.
İstanbul’da doğdunuz ama aslen Kütahyalı olduğunuzu biliyoruz. Kütahya ile bağlarınız devam ediyor mu? İç Anadolu bölgesinin müziğinize kattığı tınılar var mı?
Evet, İstanbul’da doğdum, bildiğiniz gibi; annem Kütahyalı ve ister istemez çocuklar, anne tarafına biraz daha meyilli olabiliyorlar. Dolayısıyla, 15-16 yaşına kadar her sene düzenli olarak Kütahya’yı ziyaret ettik. Hatta birçok Kütahyalının bile pek çıkmadığı Murat Dağı’na düzenli olarak çıktık. Orada kamplar yaptık; Kızılay’ın kampı vardı o zamanlar. Bütün aile orada bir araya gelirdi, bu yüzden benim Kütahya ile ilgili anılarım hep çok renkli ve eğlencelidir. Ve tabii ki, bir de Kütahya’nın meşhur kaplıcaları ve şifalı suları var. Haşhaşlı çöreğinden tutun da güzel yemeklerine kadar, Kütahya’nın keyfini çıkarıyoruz.
Kütahya’nın güzel mutfağının dışında, Kütahya’nın türküleri de var; Kütahya’nın türküleri meşhurdur. Onlardan her zaman çok etkilendim; bizim evde çocukken çok çalınırdı. Hatta büyükbabam çok iyi bir zeybekti, güzel dans ederdi. Dedem de rahmetli Kadir Aksan efelerdendir; Kurtuluş Savaşı’nda bilfiil mücadele etmiş. Çok da güzel cirit oynardı. Dolayısıyla, benim Kütahya ile olan gönül bağım her zaman devam edecektir.
Aslen bir Kütahyalı olarak Kütahya Porselen’in tasarımlarını nasıl değerlendiriyorsunuz? Markanın tasarım mottosu bir müzik olsa sizce ne olurdu?
Çok güzel bir soru. Kütahya porselenini yıllardır takip ediyorum. Hatta şöyle ilginç bir anım var: Viyana’da beraber çalıştığım hocalarımdan bir tanesi Ermeni asıllı Avadis Kuyumciyan, kendisine doğum gününde ne almamı istediğini sorduğumda Kütahya Porselen’i istediğini söyledi. Bu, bahsettiğim yıllar, 1990’lar falan, Kütahya’dan Viyana’ya ben şimdi porseleni nasıl getireyim diye düşünürken, sağ olsun kız kardeşim iki kutu onun istediği motiflerde porselenleri satın aldı. Sonra Viyana’ya meyve sebze getiren bir kamyoncu ile anlaşıp onları Viyana’ya yolladı, ben de Avadis’e doğum gününde bunları hediye ettim. Bu harikulade porselenler şu anda onun banyosunu ve mutfağını süslüyor. Avusturya’da kimle konuşsam bu konuda çok bilgili ve çok da meraklı. Kütahya porselenin renkleri, motifleri ve anlattığı öykülerle ilgili çok ilgili bir topluluk var Avrupa’da. Müzik konusunda da belki size ilginç gelecek ama bana Rönesans müziğini çağrıştırıyor. O kıvrımlı tınılar, enstrümanların birbiriyle olan söyleşisi ve her porselen motifinin izleyen herkes için farklı bir öyküsü olması, nedense bana Rönesans müziğini çok çağrıştırıyor.