47
Ç
ağınızın en kıvrak kalemli ve hatta en geniş muhay-
yileli romancılarından, yazarlarından biri karşınızda
oturuyor ve sizden soru bekliyorsa işiniz zordur…
Onun çağdaşı bir gazeteci olarak karşısına çıkıp, hasbihal et-
mek talihin size tahsis ettiği önemli bir ayrıcalıktır aslında; far-
kında olsanız da olmazsınız da… Bu durumda ya gazeteciliğin
konforlu, klişe sorularına sırtınızı yaslayarak durumu kurtarma-
ya çalışırsınız ya da “ben de fena değilim, zeki adamım aslında”
kabilinden, cevaplardan uzun, ahret sualleri sıralarsınız ardı ar-
dına… Biz, yazar, şair, köşe yazarı ve dahi sıkı bir humor ada-
mı Murat Menteş’le yeni romanı “Ruhi Mücerret”i konuşurken,
zahiri bir sözleşme olmaksızın, bir “hâl” dilinde karar kaldık ve
muhabbeti seçtik…
Başrolde, bütün absürtlüğü, zihin açıcıcılığı ve hazır cevap-
lığıyla halis muhlis bir Menteş karakteri olan, İstiklal Harbi’nin,
100 yaşındaki son gazisi Ruhi Mücerret’in oynadığı roman;
yine üstadın diğer işlerindeki gibi her satırında çarpıyor… Ta-
mamı “altı çizilecek” satırlardan oluşan roman, Ruhi Mücerret’in
ölümle tatlı tatlı cilveleşmesiyle, “öbür dünya-dünya kankalığı”nı,
eserin kötü adamı Masum Cici’nin icraatlarıyla, klişeye mahal
vermeden “tüketim kültürü” eleştirisini, gazimizin genç arka-
daşı Civan Kazanova üzerinden “kahraman-anti kahraman”
mevzusunu, müziğin klasiğini, arabeskini, Rahmaninov’u, Or-
han Gencebay’ı, Kızılmaske’yi, Zincirlikuyu’da mukim “bizden”
zombileri ve daha iç içe geçmiş pek çok sürprizi ihtiva ediyor…
Yine Menteş’çe, yine akıcı ötesi, yine çıktığı an itibariyle, ışık
hızıyla “kült” tahtına oturan bir romanla karşı karşıyayız yani…
Murat Menteş’le yeni romanında değindiği mevzuların bir
kısmından ve İstanbul’un hallerinden start alıp demli bir mu-
habbet koyulttuk…
Romanın başrol kahramanı Ruhi Mücerret 100 yaşın-
da bir İstiklal Harbi gazisi…Ölümle arasında tatlı bir cilve-
leşme, bir espri var… Konuya buradan, basit ve insani bir
girizgâh yapsak nasıl olur bilmem ama romanda da, ha-
yatta da herkesin kendi kurtuluş savaşı mücadelesi var…
Benim bir şiirimde şu mısralar geçer: “Bireysel kurtuluş
savaşı başlamıştır / Mahrumiyete kibir, merhamete kıskançlık,
mahremiyete kin karışmıştır” … İnsanların bireysel kurtuluş mü-
cadelesi, kurtuluş gayreti diye bir şey hakikaten var. Savaş ol-
mazsa kurtuluş imkanı kendiliğinden belirir diye düşünüyorum
aslında. Savaş, adı üstünde karşılıklı birbirini savmak, ortadan
kaldırmak, defetmek, gerekirse öldürmek demek. Gelgelelim,
bir başkasını öldürdüğünde kendisinin kurtulacağını sanmak
insanlık dışı. Barış için sarf edilmesi gereken enerji ve çaba, sa-
vaş için sarf edilenden daha fazla. Yani bir insanı eline tüfek alıp
tararsın, kolay ve basit görünüyor… Ama bir insanın gönlünü
kazanmak için kesinlikle daha ciddi bir efor sarf etmelisin.
Romanın tabii ki pek çok teması var. Bizimki sadece,
“bizce” bir girizgahtı. Bir de romanda öyle bölümler var
ki, bazen Ruhi Mücerret’in filozof dostu Avni Vav’ın söz-
leri ve saptamalarıyla Tanpınar’ın deruni ikliminde gezi-
niyoruz, bazen ışık hızıyla Tarantino’nun absürt aksiyon
dünyasına geçiş yapıyoruz… Bu nasıl bir terkiptir?
Bu tespitiniz için çok teşekkür ediyorum. Tanpınar da Ta-
rantino da benim için önemli isimler ama ikisi bir arada ilk defa
anılıyor… Geçenlerde, Selman Bayer, bir konferansında be-
nim, Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”ndeki yaklaşımını
devam ettirdiğimi söylemiş. Benim için Tanpınar’ın dil hassasi-
yeti ve anlatım titizliği çok önemlidir. Bir örnek vereyim, “Huzur”
romanında şöyle der: “Bu sansür ve tahdit…” Sansür demekle
yetinebilirdi. Sansürün ve tahdidin yan yana kullanılması, kritik
bir anlam inceliği gözettiğinin ifadesi. Tahdit, sınırlandırma de-
mek… Ben bu anlamda Tanpınar’ı çok önemli buluyorum.
Romanda bahsi geçen “tüketim kültürü ve reklam
bombardımanı altındaki insanın durumu” konusuna da
değinmek isteriz. Bugünün insanı artık bir “müşteri”ye
mi dönüştü?
Müşteri olsak iyi. Tüketiciyiz biz. Müşteri kötü bir şey değil.
Ahi kültürünün yaygın olduğu dönemlerde, neredeyse 600 yıl
boyunca; esnafımızın büyük çoğunluğu mutasavvıf idi. Dolayı-
sıyla ölçü tartıdaki hassasiyetten tutun, haram helal hassasiye-
tine; ifade zenginliği, başkasının hakkını gözetme, “Ben yeterin-
ce iş yaptım lütfen komşumdan alışveriş yapın” inceliğine kadar
hayatımızda stilize bir esnaf-müşteri ilişkisi vardı.
Müşteriden tüketiciye geçiş nasıl oldu peki?
Ben insanların temel ya da günlük ya da acil ihtiyaçları oldu-
ğu gerçeğinden çok rahatsız oluyorum. Bir insanın ihtiyacının
olması, muhtaç olması bana çok onur kırıcı geliyor. Hiçbirimiz
Tanrı değiliz, hepimiz muhtacız aslında. Ama o muhtaçlığın bu
kadar şişmesi, her şeye uyarlanması tuhaf. Ojeye muhtaçsın,
beyzbol şapkasına da, spor ayakkabıya, viskiye, bulgura, mü-
cevhere de. Terbiye ve kültür, insanı muhtaç ve tüketici dere-
kesine düşmekten korur. Tüketici, terbiyesizdir. Tüketim kültü-
rü diye bir tabir var. Halbuki, muhtaç kimsenin kültürü olmaz. O
yol, insanlıktan uzaklaşmanın yoludur.
Buradan ani bir zıplamayla İstanbul’a geçsek… Ro-
manın zemininde, Kadıköy, Moda, Kalamış gibi mıntıka-
lar var… Belli ki “karşı”nın çocuğusunuz…
Kozyatağı’nda oturuyorum. İnsan kendi meskenini, muhitini
çok da tercih edemiyor. Sadece alışıyor. Çok yakın muhitleri
bile bilmiyor olabilirsin… Kadıköy’ün merkezinde değilim. Ama
evden çıkınca Kadıköy’e iniyorum otomatik olarak.