NG Dergi - Sayı 29 - page 56

56
MÜZİK
MERCAN DEDE
ya… Hep bir bağlantı kurarsın. Referans noktalarını bulmak çok
önemli. İstanbul Beyazıt semtinin üniversite yıllarım orada geçtiği
için bende ayrı bir yeri vardır mesela. Oradaki kocaman kapılar,
sahafların kokusu… Ama modern bir AVM’ye girmeyi sevmiyo-
rum. Orada bir makineleşme var ve dışında durmaya çalışıyorum.
O yüzden İstanbul’da hala Balat’a, Pierre Loti’ye gidiyorum. Bak,
karşımızda Ayasofya var; Sultanahmet var… Yüzyıllarca ayakta
duran bu binalar neler gördü kim bilir? O taşa dokunduğunda
hissedebiliyorsun bunu. Turist gibi gezmek lazım oraları.
İçinde doğduğumuz için şımarıklık ediyoruz bence.
Mum, dibine ışık vermiyor işte! Vücudu çok talan edilmiş ama
ruhu hala var. Ruhuna dokunabilmek gerekli. Evet, İstanbul bir
kadındır; martılar var bir de. Bak biz konuşurken geçiyorlar. Bu
semboller kalmalı. Martılar İstanbul’u terk ettiğinde İstanbul da
ruhunu kaybeder. Mayısın sonunda erguvanlar açıyor, Boğaziçi
Üniversitesi’ne gitmek lazım mesela onları görmek için.
Mevlevihane’ye de bu yüzden gitmeyi seviyorsunuz
anlaşılan…
Galata Mevlevihanesi ne kadar önemli, orayı ziyaret ettik.
Dervişler, sufiler orada; matbaayı keşfeden İbrahim Müteferrika
da orada yatıyor. Kediler geziyor, huzur içindesin… Sıradan bir
insan olarak bunları hissettiğinde onun enerjisi sana ses, müzik,
fikir, heykel olarak bir şekilde yansıyor. İstanbul’u görüp ondan bir
sanat eseri çıkartmamak için ruhsuz olmak lazım. Ben buna ina-
nıyorum. Nostaljik olarak değil de, bugünü anlatan İstanbul’u gö-
rebilmek önemli. Sokak müzisyenleri mesela… Az önce gördük,
Fransızlar saksafon ve basla müzik yapıyorlar; az ötede Yunanlı bir
çocuk kendi şarkılarını söylüyor, az daha ötede Lazca bir şarkı ça-
lıyor birisi. 50 metre içindeki çeşitliliğe bakın! Bu inanılmaz bir şey!
Bir de yurtdışından gelen insanlar, İstanbul’da hep
yemek kültürümüz ve gece hayatımıza hayran oldukla-
rını söylüyorlar.
Belli şehirlerde belli bir finans sınıfında yersin. Ama
İstanbul’da gidip iki liraya sokakta nohut-pilav da yiyebilirsin.
Ertesi gün çok lüks bir restorana da gidebilirsin… Bana bu hep
çok ilginç gelmiştir. Beyoğlu’nun arka sokaklarındaki türkü bar-
lar mesela; pek cesaret edip giremedim ama görüyorum, içeri-
de halay çekiliyor, iki sokak ötede rock bar var.
“İSTANBUL’DA YEMEĞİ, ÖZLÜYORUM”
Kanada’ya döndüğünüzde İstanbul’u özlüyor musunuz?
Sosyal, politik ve kültürel bir anlaşma var Montreal’de. Ora-
da Fransız, İngiliz ve Kızılderililer var, ilginç bir dil konuşuyorlar.
Kuzey ABD’nin en Avrupai yeri Montreal. İnsan olmaya ait kav-
ramlar çok oturmuş durumda. Yolda karşıdan karşıya geçer-
ken arabaların durması, beni ziyarete gelen Türk arkadaşlarımı
çok şaşırtıyor. Çünkü öncelik yayanındır.
Oysa bizdeki İstanbulluluk içinde kendimizi yola atı-
vermek de var, değil mi?
Hah ha ha, kesinlikle! 20 milyonluk bir şehirden iki milyon-
luk bir şehre gidince tuhaflıklar oluyor tabii. Özeleştiri yapmak
gerekirse, biz çok önyargıları olan bir toplumuz. İnsanlar sa-
çına başına bakarak yolda senin hayat hikayeni yazabilirler.
Montreal’de ise tam tersi. İnsanlar senin nasıl göründüğünle
ilgilenmiyor. Çok büyük bir ahenk var. Ben çok küçükken evde
Grundig marka bir radyomuz vardı ve radyoyu çevirirken statik
sesler, Arapça sesler gelirdi, sonra Yunanca. Karmakarışık…
Montreal’de sokakta yürürken o duygudasın. Mesela albüm
içinde ben bu tip statik sesler de kullandım.
Montreal’deyken İstanbul’un en çok nesi özleniyor?
Ben en çok yemekleri özlüyorum. Uzun yıllardır vejetaryenim.
Mercimek çorbasını çok özlüyorum. Bir de sosyal anlamda daha
bağlıyız birbirimize. Kuzeylilerde böyle bir şey yok, izole yaşamlar
var. Onu özlüyorsun. Ama diğer taraftan da çok bunaldığın za-
man da kaostan çıkıp huzura gidebiliyorsun. Hep iç içe bu ikisi.
Altı yıl ara verdiniz albüm yapmaya, neden?
Argo bir tabir vardır; otomatiğe bağlarsın ya, onu istemedim.
İki yaz süren furyalar vardır, mesela bir ara flamenko furyası var-
dı. Biri bir şey yapar, başarılı olur, sonra hep devamı gelir. Ben
bunun ısrarla dışında durmaya çalışan biriyim. Sanatla uğraşıyor
olmamın sebebi de bu. ‘800’ adlı albümüm 2008’de ‘Best World
Music Album’ seçilmişti mesela. O zaman plak şirketleri geldi.
Ama anlaşma falan imzalayamam ki ben öyle 10 yıllık. Müzik
yapıyor olmak, her sabah kalktığımızda karınca adımı gibi, ken-
dimizi güzelleştirebilmek için yapıyor olduğumuz bir şey. İnsan
olmak öğrenilen bir şey. Ego bizim nüfus cüzdanımız. Zaman
içinde bize verilen kimlikleri kolayca kabul ediyoruz. Bazen kim
olduğumuz hakkında hiçbir fikrimiz olmayabiliyor ama 30 yıldır
benim için en önemli sorulardan bunlar: Kimim, neyim, nedir bu
hikaye? Bu sorular üzerine düşünüyorum hep. O yüzden bunlar
Türk kahvesi gibi, yavaş yavaş pişecek süreçler.
‘Revelation Revolution’ sergisi çok ses getirdi, ana
fikri de özgürlüktü…
Güzel sanatlara da 15 yıl ara vermiştim. ‘Dünya’ albümü
bu sergiden çok beslendi. Düşünsene, sergiye üç ay içinde 64
ülkeden insan gelmiş; 58 bin kişi… Türkiye’de modern sanat
çok yeni gelişiyor ama o sergiden ben böyle bir şey beklemi-
yordum. Bu senenin Aralık ayında da üçüncü sergimi açmaya
niyetliyim. Ama anı yaşamak lazım. Dalai Lama’nın çok güzel
bir sözü vardır: “İki gün için yapabileceğiniz hiçbir şey yoktur.
Biri geçmiş gün, biri gelecek gün…” Uzun zamandır iki kitap
üzerinde çalışıyorum. Ama çok kötü bir yazarım! İçime sinme-
yince zorlamak istemiyorum.
1...,46,47,48,49,50,51,52,53,54,55 57,58,59,60,61,62,63,64,65,66,...100