NG Dergi - Sayı 51

OCAK-ŞUBAT-MART 2020 / 61 Prof. Dr. Gül İrepoğlu Türkiye’de sanat tarihinin duayenlerinden Nurhan Atasoy’u öyle güzel anlatmış ki, röportajın girizgâhını onunla yapmak istedim. Prof. Dr. Nurhan Atasoy’un enerjisini bir çekirdeğe benzeten İrepoğlu, bu güçlü çekirdeği katmanlarına ayırarak söyle tarif ediyor: “Çekirdek bölümünde koskocaman, altından bir yürek yer alır, içi dopdolu; öyle ki bunca sevginin -ailesine, öğrencilerine dostlarına- bu yürekte bir arada nasıl barındıkları ise bir sırdır. Bunun üzerini müthiş bir bilgi birikimi kaplar. Sanat tarihinin pek çok alanına duyulan sonsuz merak, verilen sonsuz emek ve bunların sonucunda yılların getirdiği bilgiler, çoğu hâlâ tasnif edilmeyi bekleyen. En dışı ise olağanüstü bir çalışma gücü ve bilgiyi aktarma hevesi sarar. Yüzey neredeyse yirmi dört saatin yirmisini kullanarak, bir değil birkaç kişiymiş gibi çalışarak ortaya çıkardığı, hep taze kalacak meyveler ile bezelidir… “ Böylesine üretken bir sanat tarihi profesörü için bundan daha güzel bir tanımlama olamaz. Sadece Türkiye’de değil dünyada da eşine az rastlanır bir enerjiyle kitap yazan Prof. Dr. Nurhan Atasoy ile şahane bir buluşma yaşadım. Sizin kadar üreten bir sanat tarihçisi yok diyebiliriz. Bu enerjiyi nereden alıyorsunuz? Bu sahada çalışan pek çok sanat tarihçisi dostum var. Onlar da tıpkı senin gibi bana şaşırıyorlar. Enerjimin en önemli kaynağı mesleğime olan aşkım. Çalışırken eğlenen, dinlenen insanım ben. Yani çalışmak benim için en büyük keyiflerden biri. Çalışamazsam mutsuz oluyorum. Evet, mesleğimi çok seviyorum ama en önemlisi de çevremdeki her şeyi merak eden kişiliğim. İpek, Osmanlı Dokuma Sanatı; Harem; Hasbahça, Osmanlı Kültüründe Bahçe ve Çiçek… Bu liste uzayıp gidiyor, Tüm bu kitaplar, üzerinde bugüne kadar hiç çalışılmamış çok özel başlıklara sahip. Bu içerikler nasıl doğuyor? Az önce de dediğim gibi önce tüm bu konuları merak ediyorum ve her şey böyle başlıyor aslında. Merakımı gidermek için araştırmaya başlıyorum ve bilgiler birikiyor. Sonra da bir kitaba dönüşüyorlar. Örneğin ahşap evlerin yok olmasına çok üzülürdüm ve sokak sokak gezerdim onları bulabilmek için. Bir gün Kuruçeşme’den geçerken yine aynı merakla ahşap evlerin fotoğraflarını çekmeye karar verdim. Boynumdaki üç makineyle bütün gün fotoğraf çekmişim. Bir ara, kaç kilo taşıdığımı düşündüm, eve gelir gelmez de hemen tarttım: Tam 12.5 kg. taşımışım ama yaptığım işin şevkiyle hiç bu yükün farkına varmamışım. Güzel ve büyük boy sanat tarihi yayınlarını bizim ülkemizde ilk yapanlardan birisiniz, ilk kitabınız nasıl yayınlandı? Bana çalışmalarımda el uzatan, destek veren çok insan ve kurum oldu. Bu konuda çok şanslı olduğumu düşünüyorum. Bir gün Rahmi Koç bir grup araştırmacı ile birlikte beni de yemeğe davet etmişti. Yemek sırasında bana döndü ve ‘Minyatür nedir hocam, anlatır mısınız? dedi. Ben zaten o yıllarda bu konuya öyle bir konsantre olmuşum ki doktora tezimi anlatmaya başladım. İlk kitabım o zaman Rahmi Koç’un desteği ile basıldı: ‘Turkish Minyatur Painting’. Baskısı konusunda beni en çok heyecanlandıran kitabım ise ‘Surname’ oldu. 16. yüzyıldaki tüm esnaf loncalarının gözüktüğü bu çalışma gerçekten o zamanın şartlarında en güzel şekilde basıldı. O zaman ‘benim kitaplarım güzel basılacak, büyük boyutlarda olacak ve zevkle seyredilecekler’ dedim kendi kendime ve o günden sonra da hep güzel kitaplar bastırdım. Bir sanat tarihçisi olarak sizin en önemli özelliklerinizden biri de tarihi tozlu raflarından çıkarıp bugüne taşımanız oldu diyebilir miyim? Günümüzde modacıların, seramikçilerin geçmişteki desenlerin

RkJQdWJsaXNoZXIy NzI1MDQ=