NG Dergi - Sayı 51

OCAK-ŞUBAT-MART 2020 / 59 Müzik ile Eurovision’a uzanan hikayeniz nasıl gelişti? Bizim zamanımızda Eurovision Şarkı Yarışması’na katılmak her iyi müzisyenin hayaliydi. Tam üç kere katıldım. İlki 1996 senesinde, Erdinç Tunç’a ait bir besteydi. Yarışmada, o zaman rakibim olan eşim Sühan Ayhan’la tanıştık. Ertesi sene, 1997’de bu defa nişanlıydık ve yine bir Erdinç Tunç bestesiyle yarıştık. Ama asıl başarıyı, evlenip ilk bebeğimizi dünyaya getirir getirmez yarışıp kazandığımız kendi bestemiz ile elde ettik. Şarkımızın adı ‘Yorgunum Anla’ idi. 22 ülke arasında 10. olarak ülkemizi temsil ettik. O dönemde hem en iyi ikinci dereceyi elde etmiş, hem de ilk kez yarı Türkçe yarı İngilizce performans sunan ekip olmuştuk. Müthiş bir tecrübe yaşadık o bir hafta boyunca. İyi eğitim almış, birkaç dil bilen, temsil yeteneği kuvvetli, müzik bilgisi sağlam bir ekip olmamız Eurovision camiasında da sempati yaratmıştı. Eşiniz Dr. Sühan Ayhan’ın ve ekibinizin müzik hayatınıza etkisi nedir? Onun iyi bir eş ve çok iyi bir baba olmasının yanı sıra, müthiş bir müzisyen olması bana Allah’ın lütfudur. Müzik şifadır ve bizim evimizin içinde daima bir melodi duyulur. Onun da hem beste hem güfte yazabiliyor olması evin tınısını zenginleştiriyor. Bizim evimizde şarkı söylenir, gitar, piyano çalınır. Çoğu eseri birlikte yaparız. Onun sanat ruhuna sahip olması benim içinde bulunduğum büyülü dünyaya öyle büyük bir zenginlik katıyor ki... Tabii bu zenginlik çocuklarımızı da son derece olumlu etkiliyor. Yıllar süren TRT çalışmalarınızın yanında Türkiye’nin ilk müzikal belgeseli ‘Orada Duruverseydi Zaman’ ‘Orada Duruverseydi Zaman-Kemal’ projesi nasıl doğdu, nasıl gelişti? Bu iki eser, benim bu zamana kadar edindiğim bütün birikimlerimin özetidir. Hayata şarkı söyleyerek gelmiş bir insanım. Müzik her anımda oldu. Sonraki akademik gelişimim sayesinde de, okumayı, araştırmayı, edebiyatı son derece kuvvetli bir biçimde öğrendim. 20 yıllık televizyon tecrübem ise sunum, anlatım becerilerimi bugünkü noktaya taşıdı. Ekip çalışmasını da doğru bir şekilde organize edince tam bir ‘çok etkileşimli’ eser çıktı ortaya. Müzik, edebiyat, fotoğraf, tarih, drama… Hepsi ODZ ve KEMÂL’de bir araya gelip bambaşka bir dünya yarattı. “Mustafa Kemal’in yaşam öyküsünden kesitleri, doğru bilinen yanlışları, çok iyi bilinen ama üzerine çok fazla düşünülmeyenleri sahneye taşıyor,” diyorsunuz. Size göre bu gösteri doğru bilinen yanlışları düzeltecek mi? İki buçuk saatlik eserin içinde az bilinenlerin yanı sıra bilinen de çok kayıt var aslında. Burada önemli olan; izleyiciye bilgi aktarmaktan çok, onları doğru bilgi edinme ve araştırma konusunda güdülemek. Biz yaptığımız araştırmalarda titizleniyoruz; doğru bilgileri aktarmaya çalışıyoruz. Bize bu konuda destek olan çok destekçimiz, izleyicimiz de var. Ortak sağduyuyu besleyecek gerçek bilgiye ulaşmak ve onları karşıya aktarmak bizim için bir görev artık. Yanı sıra, sanatın büyüleyici gücüyle duyguların, güdülerin okşandığı bir ortam yaratmaya gayret ediyoruz. Zira öğrenme zihnin ve duyguların uyumu içinde gerçekleşiyor. Bu çalışmanızda sesiniz ile oyunculuğunuz birleşiyor. Bu güçlü birleşimin sahnede izleyiciler ile buluşmasının yansıması nasıl oluyor? Size neler hissettiriyor? Bu zamana kadar televizyonda olsun, radyoda, sahnede olsun hep sesimi ve müziği kullandım. Titreşimin, tınıların gücü sayesinde akademik bilgiyi karşıya geçirebilmenin metodunu keşfettiğimi söyleyebilirim. Her duygunun, her kelimenin kendine has bir kimliği, bir değeri, bir ölçüsü var. Bütün bunların hakkını vererek konuşur, anlatırsanız eserin karşıya geçim gücünü de arttırırsınız. Sanırım ben bunu başardım. İki eserden sonra, beni ustalığa doğru taşıyacağına inandığım, 1920’nin 100. yılına bir eser bırakma heyecanı içindeyim

RkJQdWJsaXNoZXIy NzI1MDQ=